WILFRED RUPRECHT BION

Wilfred Ruprecht BION, 8 Eylül 1897’de Hindistan’ın Pencap eyaletinin Matra şehrinde doğdu. Babası bayındırlık işlerinde çalışan bir İngiliz mühendistir. Bion, yaşamının ilk 8 yılını İngiliz sömürgesi olan bu bölgede yerleşim yerlerinden uzak şantiyelerde geçirmiştir. Bu nedenle yalnız sayılabilecek bir çocukluk geçirdiği söylenebilir. Bakıcısı Ayah isimli Hintli yaşlı ve bilge bir kadındır. Bion’un yaşamında önemli izler bırakmıştır. Talat Parman’a göre Hindistan, Bion için ruhsal bir dölyatağı işlevi görmüştür. Hindistan’ın Bion’un yaşamı ve yapıtı üzerinde sürekli bir etkisi olmuştur. Bakıcısı ile arasındaki bu sağlıklı ve yapıcı ilişkiye karşın kızkardeşi Edna’dan aradığı desteği bulamamıştır. Annesini önceden kestirilemez ve korku verici bir kadın olarak görmüştür. Bion’un çocukluğunda ona bakım veren-care giving rolünü daha çok bakıcısı üstlenmiştir.

Bion 1905’te ilköğrenimi için İngiltere’ye gönderilmiştir. Okul yılları Bion, için oldukça zorlu geçmiştir. Bion, sevdiklerinden uzaktadır. Ayrıca dini açıdan baskıcı bir okulda öğrenim görmektedir. Bu da Bion’un cinsel duygularından dolayı kendisini suçlu hissetmesine neden olacaktır. Cinsel arzular ve suçluluk duyguları arasında sıkışmış kalmış hissetmesi nedeniyle kuramında dürtülere ve uç duygulanımlara gereken yeri vermiştir. Bion, bu sıkıntılardan kurtulabilmek için spora ağırlık vermiştir. Birinci Dünya Savaşına tank subayı olarak katılmış ve ölümünden sonra yayınlanan otobiyografisinin önemli bir bölümünü savaş anılarına ayırmıştır (The Long Weekend 1897-1919). Otobiyografisinin ikinci bölümüne Shakespeare’in Hamlet’inden bir dizeyi uygun görmüştür: All remembered sins (Hatırladığım tüm günahlarım). Felaket yaşantısı, yıkım deneyimi, yok olma duygusu askerde sıklıkla yaşadığı duygulardır. Bu duygular kendi deyimiyle olgunlaşmasına yol açarken ast üst ilişkileri, grup ve liderlik üzerine daha sonra geliştireceği kavramların kaynağını oluşturmuştur. Ancak savaştan ambivalans-çift değerli duygularla döner. Bir yanda göstermiş olduğu başarılar, aldığı madalyalar (Legion d’Honneur) ve gurur duygusu bir yanda ise hiçlik ve işe yaramazlık duyguları. Bu zıtlık melankoliye olan eğilimini de açıklamaktadır. 1. Dünya Savaşında müttefiklerin zaferini simgeleyen 8 Ağustos 1918 gününü Bion, “öldüğü gün” olarak tanımlamıştır. Çünkü emrindeki bir onbaşı bir mermi çukurunda yanında parçalanarak ölür. Bion’un ölüm haberini askerin annesine ulaştırma çabası ve ölüm sahnesi, Bion’da asla silinmeyecek izler bırakır. Savaşın dehşeti Bion’un çalışmalarına damgasını vuracaktır.

Bion, savaş sonrası Oxford Quenn’s College’da tarih okurken; Freud’un yazılarına merak sarar ve Londra’da University College Hospital’da tıp öğrenimine başlar. Bion, tıp öğreniminden sonra Londra Tavistock Kliniği’nde yedi yıl psikoterapi eğitimi alır. O sıralarda İrlanda’lı ünlü tiyatro yazarı ve eleştirmeni Samuel Beckett iki yıl boyunca (1934-35) Bion’un hastası olur. Bion, o dönem henüz analist değildir ancak Beckett’ı analize alır. Bion’un tüm ısrarlarına karşın Beckett, terapisini yarıda keser ve Dublin’e annesinin yanına döner. Bu analiz yarım kalır ancak her ikisinde de derin izler bırakır. Yazarın oyunları ile Bion’un kuramsal formülasyonları arasında çarpıcı benzerlikler olduğunu söyler; Nilüfer Erdem, Bion’un “Tereddütlü Düşünceler kitabına yazmış olduğu önsözde.  Piskanalitik kuramın önemli isimlerinden olan Dider Anzieu’nün Metis Yayınlarından çıkan “Beckett” isimli kitabında Bion’un Beckett ile yapmış olduğu psikanalitik çalışmayı kurgusal olarak anlatır. 

Bion, 1937’de John Rickman ile analize başlar. Ancak 2. Dünya Savaşının başlamasıyla analiz yarıda kalır. Böylece Bion’un John Rickman ile olan analizi, iki yıl sürer. İkinci Dünya Savaşı sırasında savaşta örselenmiş askerlerin terapisini üstlenir ve bu süreçte “lidersiz grup” kavramını geliştirir. Travmatik savaş yaşantıları ile başlayan gözlemleri onu önce grupların ruhsal işleyişine oradan da psikotik düşüncenin işleyişine götürmüştür.

1945’te karısı Betty, kızları Parthenope’yi doğururken ölür. Bu olay sonrasında Bion, Melanie Klein ile 8 yıl sürecek olan bir analize başlar ve analiz sonunda bir Klein takipçisi olur. Bion, Freud’un ve Klein’in eserlerine felsefi bir boyut getirir. Bilinçdışını, dille temellendirir. Burada hemen Lacan’ı anımsamak gerekiyor. Lacan da “dil, bilinçdışı gibi yapılanmıştır” demiştir. Bion, özellikle dil ve düşünce gelişimi üzerine yoğunlaşır ve bu konular üzerine yazılar yayınlar. Matematik ve simgesel mantıktan ödünç aldığı “işlev” kavramı ile Psikanalizi “yüksek bir soyutlama” düzeyine çekmiştir.

               Anna Freud ve Melanie Klein arasındaki çatışmada Melanie Klein’ın yanında yer alır. 1962-65 yılları arasında Britanya Psikanaliz Derneğinin başkanlığını yapar. 1968 yılında yapılan daveti kabul ederek Los Angeles’a yerleşir 70 yaşında yeni bir ülkeye ve kültüre alışmak hiç de kolay değildir. Ancak California, çocukluğunun ülkesi Hindistan’ı anımsatmaktadır. Los Angeles’ta bulunduğu yıllarda Güney Amerika’da çok taraftar bulur. İtalya ve Brezilya’da seminerler verir. 1979 yılında İngiltere’ye döner ve Hindistan’a bir yolculuk yapmayı planlar Ocak 1980’de. Ancak çok hızlı ilerleyen lösemi hastalığı nedeniyle bu yolculuk gerçekleşemez ve Wilfred Ruprecht Bion, 8 Kasım 1979’da 82 yaşında ölür. 

Ünlü psikanalist ve tarihçi Elisabeth Roudinesco ve Michel Plon, Wilfred Ruprecht Bion’u dil, felsefe ve matematiğe olan düşkünlüğünden hareketle çağdaşı Lacan’a benzetir. Bion, nesne ilişkileri kuramcıları içinde yer alır ve Donald Meltzer, Hanna Segal, David Rosenfeld ile aynı düşünce hattını izlediğini söyleyebiliriz. Günümüz psikanalistlerinden Antonino Ferro ve Thomas Ogden’i Bion’un çalışmalarına yeni açılımlar getiren analistler olarak değerlendirmek mümkündür (Thomas Ogden’in Bilgi Yayınları tarafından “Şu Psikanaliz Sanatı” isimli kitabı dilimize çevrilmiştir). Bion’un dilimize de çevrilen önemli eserleri arasında Tereddütlü Düşünceler (Second Thoughts), Yaşayarak Öğrenmek (Learning from Experience). Ayrıca Bağlam Yayınlarından çıkan Psikanaliz Yazıları serisinde yer alan “Bion” özel sayısı (30. sayı) yer almaktadır. Dilimize çevrilmeyen kitapları ise Elements of Psycho-Analysis (1963) ve Transformations (1965) Önemli makaleleri Bağlara Karşı Girişilen Saldırganlık (Cogito Dergisi-Yüzyılın Psikanalizi 1996 ve Tereddütlü Düşünceler), Psikotik Kişiliklerin Psikotik Olmayanlardan Ayrımı (Bion özel sayısında yer almakta), Toplulukların Dinamiği isimli uzunca bir makalesi daha vardır. O da Bensiz Biz- Topluluk Zihniyetinin Psikanalizi (İthaki Yayınları) isimli kitapta yer almaktadır. Ayrıca Psikanaliz Yazıları serisinin 13. Kitabı olan “Psikanaliz ve Düşüncenin Gelişimi” isimli eserde Antonino Ferro, Didier Houzel, Talat Parman, Elda Abrevaya ve Levent Kayaalp’in yazılarını Bion’cu düşünceyi yakından tanımak isteyenlere önerebilirim.

Bion, kelimesi Yunanca sahip olmak demektir. Talat Parman, Psikanalizin, mantık, matematik ve felsefeyle iç içe sokulduğu Bion’cu düşüncenin “elbette zor ve zorlu olduğunu” ayrıca “Andre Green’in “Avrupalı psikanalistleri karmaşık olmakla suçlayan” Amerikalı meslektaşlarına verdiği “bu şaşırtıcı değil çünkü Amerika’da liselerde felsefe okutulmuyor” yanıtını anımsayarak Bion’cu düşüncenin labirentlerine girmek gerektiğini” söyler. Bion’un ikinci eşi Francesca Bion, “Bion ile yaşamanın bir macera olduğunu” söylemiştir. Talat Parman ise bunu biraz değiştirerek şöyle söyler: “Bion’u okumak da bir maceradır” der. 

Öyleyse ben de şunları ekleyebilirim ana hatlarıyla Bion’cu düşünceye giriş yaparken. Bu sunum Psikanalitik kuramın en zor okunan ve anlaşılan ayrıca dilimize az sayıda eserinin çevrildiği büyük bir psikanalitik düşünür olan Bion’u, düşüncelerini, Psikanalitik kurama yaptığı güçlü ve özgün katkıları anlamaya yönelik hevesli, cesur ancak bir o kadar da temkinli bir girişim olarak anlayabiliriz. Bion’u –Psikanalitik kurama kazandırdığı kavramlar ve eserleri üzerinden hep birlikte anlamaya, kavramaya, düşünmeye ve pek tabi ki öncelikle birlikte okumaya çağırıyorum sizleri.

Bioncu Kuramın Temel Kavramları        

Bion, psikanalizin günümüzde üzerinde en fazla durulan esin verici kuramcılardan biridir. Çıkış noktası itibariyle Kleinien bir psikanalisttir. Psikotik hastaları psikanaliz tekniğinde değişikliğe gitmeden tedavi eden ilk analisttir. Bioncu yaklaşımın önemi entelektüel gelişim ile duygusal gelişimi bir arada ele almasıdır. Psikanaliz tarihinde yer alan kuramcılar arasında “Düşüncenin Gelişimi” üzerine yoğunlaşan ilk psikanalisttir. Alfa ve beta fonksiyon, adsız dehşet, contact barrier, kapsayan kapsanan ve annenin düşlemleme yetisi-reverie başlıca Bionien kavramlardır.

Alfa-Beta Elementler

Bion, Kantçı felesefeden yola çıkar ve ruhsal yapıyı iki temel zihinsel işleve böler. Kant, için deneyin konusu olabilecek her şey görüngü yani “fenomen”dir. Görüngülerin arkasındaki “kendinde şeyler” ise “noumenon”dur.

Bion için alfa işlevi, fenomene, beta işlevi ise kendinde şeye karşılık gelir. Bion’a göre bu alfa işlevi kişiyi psikozdan korur. Oysa beta işlevi onu çırılçıplak bırakır. Alfa işlevi düşüncenin oluşumu, bilinçdışına bastırmanın gerçekleşmesi ve bilicin serbest kalabilmesi için zorunludur. Beta unsurların ağırlık taşıması düşünce bozukluğu şeklinde ortaya çıkar. Bilinç ve bilinçdışı arasındaki ayrım silikleşir. Simge yerine eylem ön plana geçer. Hasta duygusal yaşantılarını alfa elementlere dönüştüremezse rüya göremez. Alfa fonksiyon, duyu izlenimlerini alfa-elementlere dönüştürür. Freud, rüyanın fonksiyonlarından birinin uyku halini korumak olduğunu ortaya koymuştur. Alfa fonksiyonun başarısız olması demek, hastanın rüya görememesi yani uyuyamaması demektir. Alfa, betayı sentezleyen bir malzemedir.

Bion’a göre rüya görme, alfa işlevinin bir biçimidir. Rüya görme, bilinçli ve bilinçdışı zihin arasındaki ayrımın bir yansıması değil o ayrımı yaratan (dolayısıyla ruh sağlığının korunmasından sorumlu olan) ruhsal etkinlik/işlevdir. Eğer kişi, ham duyusal verileri bilinçdışı deneyim ögelerine (alfa öğelerine) dönüştüremezse rüya göremez, uyanık kalmakla rüya görmek arasında ayrım yapamaz, bu nedenle de uykuya dalamaz ve uyanamaz.

İnsan türünde zihinselin ortaya çıkışına karşılık gelen “big-bang”i hayata geçiren ilk etkinlik, ilkel duyumsal ve duygusal hallerin çocuk tarafından yoğun bir şekilde boşaltılmalarıdır. Bu boşaltılanları (beta öğelerini) emen, dönüştüren (alfa işlevi) bir ruhsal aygıt bunları karşılayabilir ve dönüştürebilirse o zaman yavaş yavaş anlamlı imgelere (pictogramme) yani alfa öğelerine dönüşebilirler. Boşaltılanları dönüştüren öznenin ruhsal aygıtı, sadece ilkel duyumsal ve duygusal kaosu anlamlı bir duygusal şekle dönüştürmekle kalmaz. Aynı zamanda, bu işlemin sürekli yinelenmesi sayesinde, bunu gerçekleştirmeye yarayan yöntemini (alfa işlevini) de iletmiş olur. 

Thomas Ogden’a göre “bir insan bir psikanaliste kendisi için bilinmez olan bir duygusal acı içinde olduğunda başvurur; ya bu acının rüyasını görememekte (yani bilinçdışı ruhsal çalışmasını gerçekleştirememekte) ya da rüyasından onu kesintiye uğratacak denli rahatsız olmaktadır. Birey, duygusal deneyiminin rüyasını göremediği nispette değişemez, büyüyemez ya da olduğu kişiden başka biri olamaz. Hasta ve analist, psikanalitik ortamın koşulları içerisinde, analizanın görülmemiş rüyalarını daha iyi görür hale gelebileceği şartları oluşturmak üzere (analistin katılımıyla) tasarlanmış bir tecrübeye katılırlar. Hasta ve analist tarafından görülen rüyalar, hem onların kendi rüyaları (ve düşlemlemeleri) hem de üçüncü bir öznenin rüyalarıdır ki o özne hem hasta hem de analisttir ve de ne hasta ne analisttir. Belki burada Thomas Ogden’in “analitik üçüncü-analytical third” kavramını hatırlamak gerekiyor. Türkay Demir’den alıntıyla analitik üçüncünün, “analist ile analizanın seans sırasında birbirlerinin bilinçdışlarını, seslerini, düşüncelerini kullanarak yarattıkları bir ortak alan” olarak tanımlayabiliriz. 

Beta elementler, metobolize edilmemiş psişik, somatik ve duygulanım deneyimlerini, ilkel ve somut düşünceleri, işlenmemiş duygusal deneyimleri tanımlamak amacıyla kullanılır. Beta elementler, dürtüselliği fazla, bilişselliği düşük, afektif tarafı fazla, sentezleyici tarafı düşük olan bir malzemedir.

Alfa elemanlar ise düşünen tarafından düşünülebilen düşüncelerdir, rüya düşünceleridir. Bu düşünceler alfa işlevi aracılığıyla işlenebilmiş duygusal deneyimlerdir. Böylece bu elemanlar düşünülmeye uygun hale dönüştürülür, bellekte depolanabilir ve düşlemlenebilir. İşlenmenin olmadığı durumlarda beta elemanlar olarak kalır sonradan sanrı ve varsanıların yol açtığı tuhaflık deneyimi ortaya çıkar. Bion, bu durumu adsız dehşet olarak tanımlar. Adsız dehşet olarak tanımlanan tabloya “hiçlik” ve “anlamsızlık” deneyimi de eklenir. İsimsiz dehşetin asal beta elemanları anlamsızlıktan, anlam yoksunluğundan sorumluyken, hiçlik ise anlamsızlık tarafından kuşatılan boş matrisi tanımlar. Hiçlik deneyimi kişisizleşmeyi, kendiliğin hiçleşmesini (bir tür depersonalizasyon) ortaya koyar; anlamsızlık ise erken bir dönemde nesneden kopuşun bir sonucudur. Dünya anlamsızlaşmıştır. Nesneler dünyasına ilişkin anlamlı bir ilişki umudu yitirilmiştir (bir tür derealizasyon süreci). Tustin’in “Otizmde Anlamlı Bir Unsur: Kara Delik (1988) adlı çalışmasını burada hatırlamak anlamlı olacaktır. Zira Frances Tustin’in “kara delik” kavramı Bion’un “isimsiz dehşet” kavramına yakın bir kavramdır.

Tam da beta elementlerin alfa elementlere dönüştürülmesinden bahsettiğimiz sırada ilkel savunma düzeneklerinden olan  “yansıtmalı özdeşleşme”den bahsetmek yerinde olacaktır. Bion diyor ki: Bebek, anneye şiddetli projeksiyonlar (yansıtmalar) yapar yani ruhsal malzemesini annenin içine sokar, annenin iç dünyasına sokar. Yani, “iletişimin ilk basamağı yansıtmadır” Düşüncenin ilk basamağı da yansıtılmış bir şeyin anne tarafından contain edilmesidir (taşınmasıdır/içerilmesidir). Çocuk için simgeleşmenin başlaması da bu şekilde olur.

Bion, yansıtılmış malzemeyi dikenli ateş topuna benzetir. Buna “beta elemanı” diyor. Beta elemanı ruhsallıkta daha çiğ malzemeyi, daha agresif ve şiddetli malzemeyi temsil eder. Anne önce bu malzemeyi alacak yani anne, çocuğun yansıttığıyla özdeşleşmeye girecek (projection identification). Yansıtılanı içermeyi, taşımayı reddetmeyecek. Anne, bunu alacak ve bir süre kendi içinde bunu işleyecek yani betayı alfaya çevirecek. Ondan sonra çocuğa bu alfa topunu geri atacak ve çocuk bunu içselleştirecek yani içe yansıtacak (introjective identification).

Melanie Klein’a göre iç dünya hep vahşidir, çocuk çok tahripkardır. İçgüdüler tahripkar özelliktedir ve çocuk dış dünyaya projeksiyonlarla saldırır. Dış dünya, bu siyah malzemeyi hep daha beyaza daha griye çevirip geri verir yani yansıtmalar dışarıda dönüştürülür ve çocuk tarafından bu işlenmiş dönüşmüş halleri ile tekrar introject edilir. Ve bu sürecin sonunda yavaş yavaş iç vahşi nesneler melezleşmeye başlar. İşler yolunda gittiğinde böyle oluyor. Peki işler yolunda gitmezse ne oluyor? Örneğin: Bırakın annenin çocuğun vahşi içsel malzemesini, beta elemanlarını içerip dönüştürmesini; annenin çocuğa betasını yolladığı durumlar olabiliyor. Yani çocuk beta topunu anneye atıyor ama beş misli şiddetlenmiş beta topu olarak geri dönüyor. Bu süreçte çocuğun id’i, ölüm içgüdüsü ve kötü iç nesneleri kuvvetlendikçe kuvvetleniyor. Bu durumda çocuk için paranoid-şizoid pozisyonda yaşamaktan başka bir yol kalmıyor.

Klein’a göre hasta bize beta toplarını yolladığında iki şeyi yapmamak gerekiyor. Birincisi bu beta elementlere misliyle yanıt vermemek. İkincisi ise görmezden gelmemek. Yani hastanın saldırgan tutumları karşısında “haklısınız” vs. dememek. O zaman bebek betayı atmış ve anneyi öldürmüş olur. Bir başka deyişle iç dünyada korku yaratan fantezi dış dünyada gerçekleşmiş olur.    

Bu noktada Melanie Klein’ın “Psikanalitik Kurama” kazandırmış olduğu “paranoid-şizoid pozisyondan” ve “depresif pozisyondan” kısaca bahsetmek istiyorum. Klein’a göre İlk 6 ay “paranoid-şizoid” pozisyonun hakimiyeti altında. Birinci senenin ikinci altı ayı da depresif pozisyona geçme zamanı. Paranoid-şizoid pozisyon nesneye yönelik bir şiddetin olduğu, nesneye yönelik şiddetli bir etkinin olduğu, çünkü yansıtmanın olduğu, yansıtmayla nesnenin içine girilen, yansıtmayla nesnenin tahrip edildiği bir pozisyondur. Niye paranoid? Çünkü “yansıtma” var. Yansıtma her zaman paranoid dinamiğin temelini oluşturur. Niye şizoid? Çünkü iç dünyada bir “bölünme” var. Paranoid-şizoid pozisyonda iç dünyada bir yarık var ve bu bölünmüş parçalardan bir kısmı nesneye aktarılıyor, yansıtılıyor. Yansıtılan genellikle agresyon, çünkü iç dünyada onu tutmak zor. İç dünyada tutulanlar, genellikle doyuma dair kökenini libidodan alan hazza ve doyuma dair yaşantılar ve bunların nesne parçalarıdır. Çocuğun iç dünyası yetişkinlerin iç dünyası gibi değil. Çocukların iç dünyası parçalı bir görüntü çiziyor. Çocuğun iç dünyasında iyi nesneler ile birlikte açlığa, hayal kırıklığına, engellenmeye ve acıya dair yaşantılar ve bu yaşantıların nesne parçaları var (kısmi nesne-parça nesne-partial object). Burada mesele şu: Bünye, neden iyi ve kötü nesne parçalarını bir arada tutamıyor. Çünkü Klein’a göre agresyonlu olan kısım; iyiliğe dair doyuma dair hazza dair olanı tahrip edecek yok edecek diye düşünüyor. Kötü nesnelerin iyi nesneleri yok etmesinden korkuluyor. Bu durumda ne olacak? Çamurlar dışarıya püskürtülecek tahliye edilecek yani yansıtılacak. İyi ve kötü nesneler birbirinden ayrı tutulacak. Anlatmaya çalıştığımız bu psişik durum bebeklikte gelişimsel bir zorunluluk yani norm. Bu durum yetişkinlikte de sürerse bu bir patolojidir. Burada Yavuz Erten’den bir alıntı yapmak istiyorum: Çocuklar aslında yarık yetişkinler gibidir. Ya da şöyle söyleyelim; yarık iç dünyalı yetişkinler, çocuk gibidirler.

Depresif pozisyon ise iyiyle kötüyü füzyona sokan, birbiriyle kaynaştıran bir pozisyon (ama bu füzyon öyle ki zaman zaman kopabilir, teğellerinden atabilir). Depresif pozisyon her şeye rağmen iyinin hayatta kalmasıdır. Depresif pozisyonda kaldıkça, ego kapasitesi artmaya başlıyor. Ego kapasitesi arttıkça tahammül kapasitesi, engellenmeye karşı tolerans artıyor. Tahammül kapasitesi arttıkça gerçekliğe daha fazla şans vermeye başlıyor. Depresif pozisyon birinci yıldan sonra çocuğun dil gelişimi ile birlikte “iç-dış ayrımını” ve “fantezi-gerçek ayrımını” daha fazla öğrenmesiyle birlikte daha fazla olanaklı hale gelen bir pozisyon. Paranoid-şizoid pozisyonda “haset” duygusu ön planda iken depresif pozisyonda ikinci yıldan itibaren adım adım gelişecektir “şükran” duygusu.

Annenin çocuğun agresyonunu görmesi, kabul etmesi, alması, içermesi, dönüştürmesi lazım. Donald Meltzer’in (Britanyalı psikanalist) bu konuştuklarımız ile ilgili “tuvalet meme-toilette breast” kavramı var. Ona göre anne hem meme hem tuvalettir. Toksik malzemeyi, onun içine atılanı/boşaltılanı alır ve onun yerine süt verir. Bir başka deyişle işlevi sadece süt vermek değildir ya da sadece toksik malzemeyi almak değildir. Dışkı alıp süt vermektir (alfa-beta ilişkisi). Tüm bu konuştuklarımızı bir cümle ile özetlemek gerekirse en temel ya da en önemli diyebileceğimiz annesel işlev bebekten anneye yansıtılan toksik malzemeyi dönüştürmek ve bu dönüştürülen, çocuğun bünyesine uyumlu hale getirilen malzemeyi çocuğa geri vermektir. (Zaten psikanalistin/psikoterapistin seansta yaptığı ya da yapması gereken şey de bu değil mi? Bu yapılabilmelidir ki çocuğun nesne temsilleri, iyi içsel nesneleri zenginleşsin, egosu kuvvetlensin ve çocuk, zengin ve uyumlu bir intra-psişik dünyaya sahip olmanın ilk adımlarını atabilsin. Kanımca bu annesel işlev, çocuğu kişilik patolojilerden düşük düzey kişilik örgütlenmelerinden ve psikozdan koruyacak en temel işlevdir. Ayrıca konuştuğumuz bu meseleler Wilfred R. BION’un bir düşünce kuramının temellerini atmasını da sağlamıştır. Çünkü çocukta “düşüncenin oluşumu” da yine bu işlevler ile mümkün hale gelebilir. Bion, “düşünmek için iki kişiye ihtiyaç vardır” der. Bion, “Psikanalizin Freud’a kadar düşüneni olmayan bir düşünce olduğunu” ifade eder.

Annenin Düşlemleme Yetisi-Reverie

Düşlemleme yeteneği Bion’un ortaya attığı metapsikolojik bir kavramdır. Bu kavramda Bion, annenin bir niteliği olarak dışarıya atılan kötü nesneleri alan ve onu düşleyen bir mekanizma düşündü. Bu yeteneği Fransızca bir kelime kullanarak çok şiirsel bir şekilde ifade etti. Annenin Düşlemleme Yeteneği-Reverie

Annenin düşlemleme yeteneği düşünme yeteneğinin prototipidir. Diyelim ki bir bebek ağlıyor. Ve bu ağlama giderek daha şiddetli bir hal alıyor. Anne, bu ağlama karşısında endişe duyar ve bu duygu pek de hoş bir duygu değildir. (Bu durum Winnicott’un “annenin normal hastalığı” ve “birincil annelik tasası kavramlarına yaklaştırır bizi). Eğer anne bebeği işitmekten hasta olmazsa onunla aynı duyguları paylaşmazsa bebek de kendi endişelerini metabolize edemez. Bebeğin ölüm endişelerini ifade ettiği çığlıklar, annenin ruhsal aygıtını patlatır. Ölüm endişesi, yaratıcılığın, icadın ve düşünmenin kaynağıdır. Bebek niçin ağladığını ne istediğini bilmiyor. Anne ise bebeğin bunu bilmediğini biliyor ve aynı zamanda bunu bilmemesini kabul ediyor ve bunun etrafında bir alan oluşuyor. Bu alanda anne ve bebek var. Karşılıklı olarak bu talepleri ve bu taleplere karşılık olamayan cevapları evrimleştirecekler, değiştirecekler. Sonuçta çareyi kimin bulduğu önemli değildir. Çözüm nereden gelirse gelsin her ikisi için de geçerli olacaktır. Aslında bu betimleme bir şekilde analitik durumu da anlatmaktadır.

Bion, analitik tedavinin amacının kapsama becerisinin artması olduğunu söyler. Tabi ki analistin kapsama becerisinin de.. İtalyan psikanalist Antonino Ferro, “analizin hedefinin bastırma örtüsünü kaldırmak veya yarılanları birbirine yaklaştırmak değil de düşüncenin gelişimi ve üretilmesine yarayan araçların (tools) geliştirilmesidir. Diğer bir deyişle rüya görmek ve düşünmek için gerekli aygıtları üretmektir” der. Thomas Ogden’a göre “analizin amacı hastanın tek başına göremediği semptoma dönüşmüş ve ancak “düşlenebildiği” takdirde çözülebilecek rüyaları görmesine yardım etmektir. Bir analitik deneyimin sonu, ruhsallık-içi çatışmaların çözülmesinden ziyade, hastanın kendi deneyiminin rüyasını kendi başına görebilir hale gelmesiyle belirlenir.

Florence Guignard, düşlemleme yeteneği kavramının içeriğinin sadece bilişsel ve entelektüel olmadığını söyler. Düşünme derken duygulanımsalın karşıtı olan entelektüel düşüncelerden söz edilmiyor. İkisinin bir arada olduğu ama farklı bir şeyden söz ediliyor.   Guingard, radar metaforunu kullanıyor. Anne radarıyla bir şey ararken bebek de radarıyla bir şey arıyor. Bu esnada Freud’un bilinçöncesinin işleyişini anlatırken sözünü ettiği işleyişe sahip oluyoruz. Bilinç öncesinin birincil özelliği beklemek ve henüz bilmemek becerisidir. Dolayısıyla düşüncenin yaratıcılığının bilinçöncesinin kumaşından yapıldığını düşünebiliriz. Annenin ya da analistin düşlemleme yeteneği, bilinçöncesindeki o bilinmeyen maddeyi kapsama yeteneklerini çoğaltır, işlemeye yarar. Bilinçöncesinin kumaşı, Bion’un temas duvarı ile aynıdır. Bion, hastanın psikanalistin en iyi meslektaşı olduğunu söyler.  

Annenin düşlemleme-hayalleme yetisi, bebeğin bilinci tarafından elde edilen kendilik duyumlarına yönelik alıcı bir organdır. Bebekle meme arasındaki ilişki bebeğin bir duyguyu yansıtmasına imkan tanırsa sözgelimi bebeğin öldüğü hissini anneye yansıtmasına ve bu duygunun memede bir süre kalıp bebeğin ruhsallığının tahammül edebileceği hale sokulduktan sonra bebek tarafından tekrar içe atılmasına izin verilirse normal gelişim devam eder. Eğer yansıtma anne tarafından kabul edilmezse, bebek öldüğü hissinin böyle bir anlamı olmaktan çıktığını hisseder. Dolayısıyla tahammül edilebilir hale getirilmiş bir ölüm korkusunu değil adsız bir dehşeti içe atar. Bion’a göre anne, “düşünebilen meme”dir. Yani bebeğin yansıttıklarını dönüştürerek ona geri gönderebilendir. Annenin “düşlem yetisini” başka bir deyişle düşünceleri düşünme aygıtını çocuğuna kiralamasıyla bebeğin doğuştan getirdiği “yoksunluğa dayanma gücü” desteklenmiş olur.

Contact Barrier (Temas Engeli)

İlk olarak Freud, bu terimi sinaps adı verilen nörofizyolojik bir varlık olarak kullanmıştı. Bir kişinin duygusal yaşantısını –ister uyurken ister uyanıkken yaşamış olsun- düşlemesi gerekir. Uyku ya da uyanık haldeki bir kişinin alfa-fonksiyonu, bir duygusal yaşantıya ilişkin duyu izlenimlerini alfa elementlere dönüştürür ve bu alfa elementler de kontakt-bariyer oluşturmak amacıyla çoğalırken uyumlu hale gelirler. Böylelikle sürekli oluşum halinde olan kontakt bariyer, bilinç ile bilinçdışı elementler arasındaki temas ve ayrılma noktalarını belirtip bu elementler arasındaki ayrımı ortaya koyar.

“Kontak-bariyer” terimi, bilinç ile bilinçdışı arasında temas kurulmasını ve elementlerin birinden diğerine seçici bir geçiş oluşturmasını vurgular. Kontak-bariyerin bir fonksiyonu bilincin fonksiyonlarını yerine getirmek diğeri ise bilinçdışının fonksiyonlarını yerine getirecek şekilde zar işlevine sahip olmaktır. Rüya düşünceleri ve uyanık haldeki bilinçdışı düşünme, kontak bariyerin dokusunu oluşturur.  Alfa fonksiyonu bir yapı olarak kontak bariyeri meydana getiren zihinsel aygıtın bir parçasıdır.

Contact Barrier, bir yarı geçirgen zar gibi iç-ruhsal olguları ve düşlemleri gerçekliğin etkisinden korur aynı zamanda gerçeklikle temasın da iç kaynaklı duygulanımlarla fazlasıyla işgal edilmesini engeller.

Kontak-bariyerin klinik anlamda kendisini rüyalara benzer bir şekilde ortaya koyması beklenebilir. Kontak-bariyer, bir ilişkiye ve bu ilişkiye dair inancın korunmasına aslında doğa kanunlarına tabi olan bir olaymış gibi izin verir ve bu yaklaşım intra-psişik duygular ve fantezi tarafından etki altına alınamaz. Buna karşın intra psişik kaynaklı duygular gerçekçi bakış açısının altında kalmaktan korunur. Bu nedenle kontak-bariyer bilinç ile bilinçdışı arasındaki ayrımın ve kendi çıkış noktasının korunmasından sorumludur. Bilinçdışı böyle korunmuş olur.      

Kapsayan-Kapsanan

            Bion, anne-çocuk ilişkisine kavramsal bir modelle yaklaşır. Bu ilişkiyi kapsayan-kapsanan olarak adlandırır. Bu modele göre süt çocuğu “kapsayan”a yani “iyi meme”ye kendisi için dayanılmaz olan duyum ve duygulardan oluşan bir “kapsanan” yani içerik yansıtır ve yeniden kabul edebilmek için bunların temizlenmesini, dönüştürülmesini bekler. Annenin düşlem kurabilme yetisi burada devreye girecektir.

            Süt çocuğu için sütü, sıcaklığı ve sevgiyi alabilmek iyi memeyi yani doyum nesnesini içselleştirmek demektir. Burada Bion, Klein’ın doyum nesnesini beklemenin doğuştan olduğu varsayımından hareket etmektedir. Bu bekleyiş ön-kavrayıştır. Gerçek bir meme ile yani nesne ile karşılaştığında yani ön kavrayış gerçekleştirmeye uğradığında buradan bir kavrayış ortaya çıkar. Kavrayışlar duygusal doyum deneyimine bağlıdır.

               Ancak her zaman doyum deneyimi ortaya çıkmaz. Olumsuz deneyimler ortaya çıktığında, çocuk yoksunluk deneyimini çözmek zorundadır. Yani düşünmek zorundadır. Düşünce olarak adlandırılan olgunun başlangıcı buradadır. Düşünce, yokluktan doğar. Freud, “nesne nefretten doğar” demiştir.

            Düşünceleri düşünme aygıtının gelişimi kapsayan-kapsanan dinamik ilişkisinin sürmesine bağlıdır. Contact barrier, dış dünyayı algılamakla anıları yeniden anımsamak arasında bir sınırlama işlevi görür. Bu sınırlama işlevi Didier Anzieu’nun “deri benlik-skin ego” ve Esther Bick’in “ruhsal zarf” kavramına düşüncemizi yaklaştırmaktadır. Didier Houzel ise “ruhsal zarf”  kavramını geliştirerek “üç katmanlı” bir ruhsal zarf tanımı getirmiştir.

            Bion’un kapsayan-kapsanan kavramları Ogden’e göre “esasen yaşanan duygusal deneyimden türeyen düşüncelerin işlenmesiyle yani rüya görmekle ilgilidir. Kapsayan-kapsanan düşüncesi, çoğunlukla bilinçdışı düşüncelerle (kapsanan), rüya görme ve bu düşünceleri düşünme yetisi (kapsayan) arasındaki dinamik etkileşime işaret eder.” Ogden’a göre “kapsayan” bir şey değil bir süreçtir. Wnnicott’un “tutma-holding” kavramı özünde bebeğin ya da çocuğun zaman içinde olma ve dönüşme deneyiminin sürekliliğini korumada annenin/analistin rolüyle ilgili bir kavrayış iken Bion’un “kapsayan-kapsanan” kavramı daima rüya düşünceleri ile rüya görme yetisi arasındaki dinamik bir duygusal etkileşimi ifade eder.

            Kapsayan-kapsanan düşüncesi, düşündüğümüz şeye değil; düşünüşümüze yani yaşanan deneyimi nasıl işlediğimize ve bu deneyimle ruhsal çalışma yapıp yapamadığımıza ruhsal olarak atıfta bulunmaktadır.    

            Thomas Ogden, “Bion’un kapsayan-kapsanan kavramını onun düşünüşünün bütünü içerisinde konumlandırmak için Bion’un rüya görmeyle ilgili düşünüşünü anlamanın gerektiğini” ileri sürer. Rüya düşüncesi,  yaşanmış duygusal deneyime yanıt olarak üretilmiş bilinçdışı düşüncelerle bilinçdışı ruhsal çalışma yapmak için gereken itici gücü oluşturur.

            Bion’un “rüyadaki çalışmaya” ilişkin kavrayışı Freud’un “rüya çalışmasının” tam tersidir. Bion’un rüya çalışması, bilinçli yaşanmış deneyimin, ruhsal çalışma (rüya görme) için bilinçdışı tarafından kullanılır hale gelecek şekilde değiştirilmesine imkan sağlar. Freud’un “rüya çalışması” bilinçdışından türeyenlerin bilinçli hale gelmesine imkan sağlarken Bion’un “rüya çalışması” bilinçli yaşanmış deneyimin bilinçdışı hale gelmesini yani rüya düşünceleri üretmek ve bu düşüncelerin rüyasını görmekle ilgili ruhsal çalışmayı gerçekleştirebilmesi için deneyimin bilinçdışı tarafından kullanılır hale gelmesini mümkün kılar. Bion’un düşünüşünde temel olan, rüya görmenin yaşanmış deneyimimizle bilinçdışı ruhsal çalışma yapmanın temel şekli olduğu fikridir.  

            Büyüme, kapsayan söz konusu olduğunda kişinin deneyimini rüyasını görme yetisinde yani ağırlıklı olarak bilinçdışı ruhsal çalışma yapma yetisinde bir gelişme anlamına gelir. Analitik ortamda kapsayıcılık becerisinin genişlemesi, hastanın rüyalarını hatırlamaya başlaması, kendisinin ve analistin bu rüyalara çağrışım getirmesi şeklini alabilir.

            Kapsanan geliştikçe kişinin duygusal deneyiminden türetebildiği düşüncelerin çeşitliliği ve derinliği artar. Bu gelişme kişinin düşüncelerinin işlenebilirliğiyle belirsizliğe tahammülünde artışı içine alır. Kapsananda gelişimin en çarpıcı hali hastanın geçmiş bir deneyiminin daha önce sahip olmadığı bir duygusal anlam kazandığını fark etmesidir. Her ruhsal büyümede kapsanan da gelişir kapsayan da.

            Bu açıdan bakıldığında psikanalizin hedefi aslında bilinçdışı çatışmanın çözümlenmesini kolaylaştırmak değil kapsayanın ve kapsamanın gelişimine imkan sağlamaktır. Bir analizin sonu, ilke olarak aktarım-karşı aktarım ilişkisinde canlanan bilinçdışı çatışmaların ne ölçüde çözüldüğüyle değil hastanın yaşanmış duygusal deneyiminin rüyasını kendi başına ne ölçüde görebildiğiyle ölçülür.

            Rüya düşüncesi yoksa kişinin rüyasını görebileceği yaşanmış hiçbir deneyimi yok demektir. Keza rüya görme yetisi yoksa kişinin kendi duygusal deneyimiyle herhangi bir ruhsal çalışma yapması dolayısıyla da o deneyimin ayrımında olması da mümkün değildir.

Bion’un Psikoza Yaklaşımı

Bion’un Psikoz’a yaklaşımı yapmakta olduğumuz sunumun önemli bir bölümünü oluşturduğundan bu yaklaşımın izlerini makaleleri üzerinden süreceğiz. Bion, Herbert Rosenfeld ve Hanna Segal ile birlikte psikozlar üzerine bir araştırma grubuna katılır. 1954 yılında “Şizofreni Kuramı Üzerine Notlar” adlı bir makale yazar.  Bion bu makalede “şizofreninin dil ile olan ilişkisini” inceler. Şizofren hastayı asıl niteleyen kurduğu nesne ilişkileridir. Bu nedenle dille ilgili güçlükleri, nesne ilişkilerinin yansıması olarak düşünür. Burada dil, nesneyi parçacıklara bölmenin (splitting) veya yansıtmalı özdeşleşmenin hizmetindedir. Bion’un hastası, sözcükleri şeyler halinde bölme mekanizmasının hizmetinde kullanmaktadır. Bion, Şizofreni rahatsızlığının çevreyle kişilik arasındaki etkileşimden kaynaklandığını söyler. Şizofrenin analist ile ilişkisi “vakitsiz, aceleye getirilmiş ve bağımlı” bir ilişkidir. Bion, bu eserinde şizofrenin dili üç şekilde kullandığını belirtir. 1.Eylem biçimi 2. İletişim yöntemi 3. Düşünce biçimi olarak kullanır. Bion, yine bu eserinde yorumun basit, kesin ve olgun bir dille yapılması gerektiğini söyler.

Bion’a göre şizofrenik kişilik hastada şu 4 özelliğin bulunmasına bağlıdır: 1.Yaşam ve ölüm dürtüleri arasında asla karara bağlanamayan bir çatışma 2. Yıkıcı itkilerin fazla oluşu 3. Dış ve iç gerçeklikten nefret 4. Zayıf ve sebatkar nesne ilişkileri

Bion, bu makalede bir hastasından söz eder. Hasta paranoid-şizoid pozisyondan depresif pozisyona geçebilmiş dolayısıyla sözel düşünceye erişebilmiştir. Fakat depresif konumun kazandırdığı farkındalıkla duygularını yoğun bir şekilde hissettiği için acı çekmektedir. Bu farkındalıktan kaçmak için yeniden aşırı bir şekilde başvurduğu bölme ve yansıtmalı özdeşleşme mekanizmaları, bu kez ona delirdiğini hissettirmektedir. Diğer bir deyişle zihinsel kapasitesinin erişmiş olduğu sözel düşünce seviyesinden daha ilkel bir düşünce tarzına gerilemesi büsbütün dayanılmaz olmuştur çünkü “delirdiğini” daha gerçeklik düzeyinde algılamaktadır.    

Psikotik Kişiliklerin Psikotik Olmayanlardan Ayrımı

 Bu makale Bion’un psikotiklerin kendi düşünme kapasitelerine yaptıkları saldırılardan esinlenerek daha ileride geliştireceği kuramın ilk nüvelerini oluşturmaktadır.

Freud, nevrozda benliğin gerçeklik ilkesine sıkı sıkıya bağlı olduğunu bu nedenle öznenin gerçeklikle bağdaşmayan çatışma yaratan dürtüyü bastırdığını ileri sürer. Buna karşılık psikozda benlik, gerçeklik ilkesinin değil de dürtünün hizmetindedir çünkü gerçeklik ilkesi oluşamamıştır. Benlik, kendini gerçekliğin bir parçasından geri çekmiştir ve kaybolan gerçeklik parçası geri getirilemez. Çatışmalı içeriğin bastırılması nevrozu oluşturur ve bastırma sonucunda özne gerçekliğin bir parçasından kaçmış olur. Nevrotik özne, kendisine acı veren hoşnutsuzluk yaratan şeyden kaçmak ve onu unutmak ister ama psikotik öznenin yaptığı gibi gerçeği reddetmez. Bastırılan içerik/ruhsal malzeme, öznenin söylem örgüsünde tanındığı, simgeleştirildiği ve konumlandığı ölçüde analiz sürecinde yeniden kazanılabilinir. Oysa psikozda kaybedilen gerçeklik parçası geri getirilemez çünkü gerçeklik bir deliği içerir. Özne bu deliği doldurmak ve telafi etmek için gerçekliği yeniden yapılandırmak ister. Bu da hezeyan şeklinde ortaya çıkar. Sigmund Freud, “hezeyanların doğuşuyla bağlantılı olarak birçok analiz; hezeyanın başlangıçta benliğin dış dünyayla bağında bir yırtılmanın meydana geldiği yere bir yama şeklinde uygulandığını bize öğretmiştir” der.  Nevrozda gerçekliğin yerine fanteziler koyulurken psikozda bunun işlevi farklıdır. Fanteziler yeni gerçekliği, yani hezeyanı yapılandırmak için gereken malzemeyi sağlar. Fakat yeni gerçeklik dış dünyayı reddederek inşa edilir. Her ne kadar psikozda nevrozda olduğu gibi bir gerçeklik kaybı söz konusu olsa da aralarında kesin bir fark bulunur. Psikozda bastırma devreye girmemiştir ve başından beri kayıp olan gerçeklik parçasının yerine hezeyan ikame edilmiştir. Böylelikle her ikisi arasındaki farkı oluşturan sadece gerçeklik kaybı değil aynı zamanda gerçekliğin ikamesidir.

Freud açısından psikozdaki gerçeklik kaybı bir parçayla sınırlanırken, Lacan’da baba metaforunun veya kastrasyon göstereninin simgesel düzlemin dışında bırakılmasıyla oluşan kayıp (forclusion) ruhsallığın tümünü etkiler. Bu nedenle kayıp yapısal nitelikli olduğu için analitik olarak psikozla çalışmak mümkün değildir. Oysa Lacan’ın tersine Bion, psikotiğin gerçeklikten çekilişi mutlak olmadığı için onunla analitik bağlamda çalışılabildiğini ileri sürer. Bion’a göre de kayıp yapısaldır ama bu özellik analitik çalışmayı engellemez.

Psikozu nevrozdan ayıran başlıca özellik bölme ve yansıtmalı özdeşleşim mekanizmalarının aşırı şekilde kullanılması ve bunun bastırma mekanizmasının yerine geçmiş olmasıdır. Bion’un bu konudaki fikirleri Melanie Klein’ın 1946 yılında yazdığı “Bazı Şizoid Mekanizmalar Üzerine Notlar”da ortaya koyduğu bulgulara dayanır. Bion da tıpkı Melaine Klein gibi şizofreninin başlangıcını paranoid-şizoid konuma dayandırır. Hastanın aşırı yıkıcı dürtüleri; içsel gerçekliğe yani bedensel duyumlara, duygulara ve dışsal gerçekliğe ilişkin farkındalığı hedef alır. Özne, tümgüçlü fanteziler aracılığıyla, benliği küçücük parçalara böler ve nesnelere yansıtır. Bu parçacıklar da nesnenin içine girer ve onu işgal eder. Özne dış ve iç gerçekliğe ilişkin farkındalığa saldırarak “ne yaşam ne de ölüm gibi bir hali” hedeflemektedir. Benlik nesnelere yansıttığı parçacıklarla kendini yoksullaştırır. Bölme mekanizması ise duyguların ve ilişkilerin daha sonra da düşünce süreçlerinin biribirinden kopmasına neden olur. Böylelikle bölme ve yansıtmalı özdeşleşme mekanizmaları şizofreninin gelişiminde belirleyici olur. Aşırı yıkıcı dürtüler sadistik bir nitelik taşıyarak sevgiyi ve duygusal yaşamı yok eder.

Bion, çalışmasına haset, nefret, kaygı, yok olma korkusu gibi duygulanımları ve yadsıma, özdeşleşme, bölme gibi savunma düzeneklerini, paranoid-şizoid ve depresif konumu temel alarak başlar. Ayrıca Freud’un kuramında geri planda kalan bazen de unutulan öğelerin altını çizer: Düşüncenin kökeninin bilinçdışı olduğu varsayımı, metapsikolojik açıdan dilin önemi, ilişki süreçlerine verilen merkezi rol, psikozda yansıtma ve psikozda gerçekten bütünüyle kopulmadığı saptaması.

Bion, Freud gibi bilinci ruhsal niteliklerin algı organı gibi tasarımlamıştır. Bion, bilincin gerçeklik karşısındaki tepkilerinden yola çıkarak psikotik ve psikotik olmayan kişilikleri tanımlamıştır. Aynı zamanda kişilikteki psikotik olan ve olmayan bölümleri. Bion için psikotik kişilik tanımı psikiyatrik bir tanıdan çok bir ruhsal duruma gönderme yapar. Çünkü her bireyde değişik derecelerde psikotik kişiliğe ait ruhsal özellikler ve tepkiler vardır. Şu dört unsurun gelişiminde ağırlık tuttuğu kişilerde psikotik yapının görüldüğünü ileri sürer: 1. Engellenmeye karşı hoşgörüsüz olmak 2. Yıkıcı dürtülerin ön planda olması. Burada yıkıcılık iç ve dış gerçekliğe yöneliktir. 3. Sürekli yok olma korkusu içinde olduğunu hissetme. 4.Nesne ilişkilerini yoğun ve ani kuran ancak nesneye duyulan bağın zayıflığı ile öznenin bu bağı korumaktaki kararlılığı arasındaki zıtlığın çarpıcı olduğu kişiler. Burada yaşam ve ölüm dürtüleri arasındaki çatışmanın çözülmemiş olması ve annenin bebekten gelen saldırgan duygulanımları kaldıracak ve değiştirecek güce sahip olmaması önemli yer tutar.

Bion, yansıtmalı özdeşleşmenin yıkıcı dürtülerle birlikte engellenme ve acıya gönderme yapan her yaşantı karşısında ortaya çıktığını belirtir. Yansıtmalı özdeşleşmenin aşırı kullanılması iyice bozulmuş karışık bir kişiliğin oluşumunda önemli bir rol oynamaktadır. Bion’a göre yansıtmalı özdeşleşme için “iyi nesnenin her şeyden önce de annenin memesinin içe atımı” gerekmektedir. Bu da normal gelişimin ön koşuludur. Patolojik bölünme ile ortaya çıkan benliğin bölümleri arasındaki dağılma, nesneye yansıtılan küçük parçacıkların ortaya çıkışına neden olur. Bion bunlara tuhaf nesneler adını vermektedir. Bu olgular, ruhsallık ve beden arasındaki sınırda oluşan eski süreçlerdir. Psikotik kişilik bu tuhaf nesnelerle çevrilidir. Psikotik kişilik, nesnelerini ve benliğini bunlarla tamir edemez. Patolojik hale gelen yansıtmalı özdeşleşim yoluyla birey, sadece nesneden değil benliğin gerçeklik ilkesine uygun düşen işlevlerinden de soyutlanmış olur. Psikotik kişilik, tasarımlama ve simgeleştirme olanağından yoksundur. Psikotiğin analist ile ilişkisi de erken, aceleci ve son derece bağımlıdır.

Makalede özetle savunulan görüş şudur: “kişiliğin içsel ve dışsal gerçekliğin farkındalığını sağlayan parçası çok küçük parçalara bölünür (splitting) ve bu parçalar nesnelerin içine girer ya da onları yutmak için dışa atılır”. Kişiliğin psikotik parçasındaki yansıtmalı özdeşleşmenin rolüne ağırlık verilmeden psikotik hastalarda gerçek bir ilerleme mümkün olamaz.

Bağlara Saldırı

Bion’un en bilinen ve belki de en ünlü makalesi 1959 yılında yazdığı “Bağlara Saldırı-Attacks on Linking” isimli makalesidir. Bion bu eserinde “memeye karşı girişilen fantazmaya dayalı saldırılar, bağ kurmaya yarayan nesnelere karşı girişilen tüm saldırıların ilk örneğidir; yansıtmalı özdeşleşme de kendi yıkıcılığının doğurmuş olduğu Ben parçalarından psyche’nin kendini kurtarmak için kullandığı düzenektir” der. Bion, “Psikotik Kişilerin Psikotik Olmayanlardan Ayrımı” makalesinde vurguladığı gibi bu makalesinde de psikozun kökenini bebeğin doğuştan getirdiği aşırı yıkıcılık, nefret ve haset gibi bünyesel özelliklere dayandırır. Ancak “Bağlara Karşı Girişilen Saldırı” isimli makalede infans ve çevre arasındaki etkileşimi daha kapsamlı ele alır.

Bion, bağa karşı girişilen saldırının kökeninde Melanie Klein’ın şizo-paranoid evresinin yattığını söyler (Şizo-paranoid örgütlenme etkilidir ancak bir o kadar da kırılgandır). Bu döneme kısmi nesne bağıntıları egemendir. Bu arada kısmi nesne bağıntısı anatomik yapılarla değil işlevle kurulur. Anotomiyle değil fizyolojiyle kurulur. Memeyle değil süt vermeyle zehirlemeyle aşkla nefretle kurulur. Bağ terimini kullanmasının nedeni hastanın bir işlevi olanaklı kılan nesneyle değil de işlevin kendisiyle kurduğu bağıntıdır. Yani iki nesne arasındaki bağı sağlama işlevi esastır. Kısmi nesneler, morfolojik yapılar olarak değil işlev olarak nitelendirilmelidirler. Bağa karşı girişilen saldırılar, analistin ve kökensel olarak da annenin zihninin sakinliğine karşı girişilen saldırılardır. Bion, şizofreninin kökeninde bir yanda hastanın aşırı ölçüde yıkıcılığa, nefrete ve imrenmeye doğuştan gelen bir yatkınlığının olduğunu bir yanda da hastaya yansıtmalı özdeşleşme ve ayrışma düzeneklerini kullanmayı yasaklayan çevrenin olduğunu belirtir.  

Bion, “Bağlara Saldırı” adlı makalesinde bir hastasıyla olan deneyimini tartışır. Hasta yansıttıklarını analistin çok hızlı bir şekilde dışarı attığına dair bir duygu taşıyordu. Yani yansıtmalı özdeşleşme aracılığıyla analistin içine yerleştirmek, koymak ihtiyacını hissettiği şeyleri analistin karşılayamadığını düşünüyordu. Böyle olunca da kendi duyguları dönüştürülemiyordu ve daha acılı bir şekilde kendine dönüyordu. Bion, bu hastanın çok erken bir dönemde annesiyle yaşadığı deneyimi tekrarladığını hissetmişti. Annenin tahammül edemediği bebeğin kendisine yansıttığı ölüm korkusu yani ölüm dürtüsüyle ilgili olan kaygısıydı. Anne, bunu içe yansıtamamış dolayısıyla dönüştürememişti. Bebek bu aşırı kaygıyı kapsayabilecek bir ruhsal aygıta sahip olmadığı için bunu parçacıklara bölerek annesine yansıtma ihtiyacını hissetmişti. Bebeğin ihtiyaçlarıyla özdeşleşebilen bir anne, onun yansıtmalı özdeşleşme aracılığıyla baş etmeye çalıştığı bu dehşet duygusunu sezebilir ve kapsayabilir.      

Yansıtmalı özdeşleşim, hastanın kendi duygularını onları kapsayacak kadar güçlü bir kişiliğin içerisinde incelemeye tabi tutmasını mümkün kılar. Annenin bebeğin duygularını bırakacağı bir depo olarak hizmet etmeyi reddetmesi veyahut hastanın nefret ve hasetinden dolayı annenin bu işlevi yerine getirmesine izin vermemesi yüzünden hastanın bu mekanizmayı kullanmaktan mahrum kalması, bebekle meme arasındaki bağın tahrip edilmesine yol açar. Bunun sonucunda da bütün öğrenmenin temelini teşkil eden merak dürtüsü ciddi şekilde bozulur. Dolayısıyla gelişimin ciddi şekilde duraklamasının temeli atılmış olur. Güçlü coşkularıyla başa çıkmakta kullanabileceği başlıca yöntemin ondan esirgenmesiyle herhalükarda ciddi bir sorun olan coşkusal hayatın idaresi bebek için artık tahammül edilemez hale gelir. Bunun üzerine nefret duyguları nefretin kendisi de dahil olmak üzere coşkuları dürten dış gerçekliğe çevrilir.

Bion’un Roma seminerlerinin 15 Temmuz 1977 tarihli oturumunda söylediği sözlerle sunumu bitirmek uygun olabilir:

            “Ortalıkta bir sürü kişi olduğunda, aynı zamanda düşüneni olmayan bir sürü de düşünce vardır ve düşüneni olmayan bu düşünceler etrafta bir yerlerde salınmaktadır. İddiam o ki onları düşünecek birini aramaktadırlar. Aranızdan bazılarının onlara zihninde veya kişiliğinde yerleşebilecekleri bir yer vereceğini umuyorum. Bunun çok şey istemek olduğunu biliyorum çünkü düşüneni olmayan bu düşünceler sahipsiz düşüncelerdir ve yabani düşünceler olmaları muhtemeldir. Kimse evini artık onun düşünceleri olarak anılacak yabani düşüncelere açmaktan hoşlanmaz. Hepimiz düşüncelerimizin evcilleşmesini isteriz; medenileşmiş, iyice terbiye edilmiş, mantığa bürünmüş düşünceler olmalarını isteriz.”

Düşüneni olmayan düşünceleri ruhsal aygıtlarımızda içerebilmek ve rüyasını görebileceğimiz yaşantılarla derinleşmek ve zenginleşmek umuduyla..

Not: Bu sunum 30 Nisan 2019’da Mastersoon Enstitüsü Türkiye çatısı altında yapılan sunumun genişletilmiş halidir. Büyük psikanalitik düşünür Wilfred R. BION’un “Toplulukların Dinamiği” hakkında yapmış olduğu çalışmalara değinilmemiş olup Bioncu kavramlar ve kuramcının eserleri hakkında kuramsal bir çerçeve çizmek amaçlanmıştır.

Derleyen: SHU İsmail Şeber

KAYNAKÇA

Yaşayarak Öğrenmek. Wilfred R. BION. Bağlam Yayınları 2014

Tereddütlü Düşünceşler. Wilfred R. BION. Metis Yayınları 2017

Psikanaliz Yazıları 30. sayı Wilfred R. BION. Bağlam Yayınları 2015

Cogito Psikanalizin Yüzyılı. Yapı Kredi Yayınları. 1996

Haset ve Şükran. Melanie KLEIN. Metis Yayınları. 1999

Bazı Şizoid Düzenekler Üzerine Notlar. Melanie KLEIN. 1946

Psikanalizden Dinamik Psikoterapilere Ders Notları. Basılmamış Yay. 2008

Psikanaliz Yazıları 13. Sayı Wilfred R. BION. Bağlam Yayınları. 2006

Şu Psikanaliz Sanatı- Görülmemiş Rüyaları Görmek, Kesintiye Uğramış Çığlıkları Duymak. Bilgi Üniversitesi Yayınları. 2018