RÜYALAR

Uykunun dört evresi vardır. Özellikle REM evresinde rüyaların görüldüğünü biliyoruz. Fakat non-REM döneminde de beynin belli bölgelerinde çeşitli rüya aktivitelerinin olduğunu bulan nörobiyolojik çalışmalar var. Dolayısıyla, belki de REM döneminde gördüğümüz rüyalar hatırlayabildiğimiz kısmı oluşturuyor. Uykuda hatırlayamadığımız başka rüya aktiviteleri ya da beynin çalışma aktiviteleri de olabilir. Bu kısımları ilerleyen zamanlarda bilim adamları farklı çalışmalarda geliştirecek olabilir. Dolayısıyla rüyaların herhangi bir uyku evresinde gerçekleşebileceğini kabul etmemiz gerekiyor.

 

Özellikle REM dönemi ve non-REM dönemlerinde yapılan rüya araştırmalarında şöyle bir çalışma yapıldı. Rüya deneyimlerinde; hem gördükleri rüyaların içeriklerini incelediler hem de rüya içeriği ile ilgili olarak katılımcıların rüyalarını düşünceselden yani düşünce ve mantık yürütme süreçlerinden önce algısal, görsel ve canlı materyaller olarak belirlenen bir skalada incelemeye aldılar. Ve rüyaların yüz, hareket veya konuşma içerip içermediğini de incelediler. Yapılan çalışmaların şu açıdan önemini vurgulamak istiyorum; Rüya sürecinde de yüz, algı, mekan, konuşma konusunda uyanıkken oluşan yüz mimikleri ve göz hareketlerinin birebir eşleştiğini ölçümlediler. Rüyada yaşadıklarımızı sadece bir düşlem olmaktan ziyade beynin birebir gerçek olarak deneyimlediğini burada görüyoruz. Aslında beyin bilinçdışında kodlanan bazı süreçleri yeniden şekillendirip canlandırarak yaşanmış gibi hayal edip üzerinden yeniden yorumlamaya çalışıyor diyebiliriz.

 

Dolayısıyla rüyadaki deneyimler hafızada boşluk doldurmak yerine bilinçli deneyimler olarak yansır. Rüya görmek, rüyaları hatırlamak ve aktarabilmek son derece önemli ve sağlıklı bir işlevdir. Rüya göremezsek uykuyu da sağlıklı bir şekilde uyuyamayız. Uyku sürecinde rüya görmenin önemli bir işlevi vardır.

 

REM döneminde daha yoğun ve duygusal içerikli rüyaların görüldüğü, non-REM döneminde ise daha çok günlük aktiviteler ve duygusal içerikleri olmayan rüyaların olduğu tespit edilmiş.

 

Çalışmalarla ilgili vurgulamak istediğim; rüya aslında prefrontal korteksin bağlantısı sağlanmaksızın; kişinin duygu kayıtları, yaşantı kayıtları, deneyim kayıtları, simgeleştirme, anılaştırma ve çeşitli duygusal hafıza kayıtlarının yeniden canlandırılarak prefrontal korteks yani üst-biliş üzerinden değerlendirilmediği bir alanda, kendi içinde yeniden yaşantılanmasıdır.

 

Aslında prefrontal korteks, hem kendimizin hem de ötekinin zihinsel yapılarını ve süreçlerini anlama, anlamlandırma, mentalizasyon üzerinden etkisi olan yapıların oluştuğu senkronizasyonları oluşturur. Fakat burada bağlantı kesildiği noktada daha çok amigdalanın ve hipokampüsteki duygulanım alanlarının daha aktive olduğu; dolayısıyla prefrontal korteks etkileşimine girmemiş olan duygulanım ve hafıza kayıtlarının kendi içinde oluşturdukları bir yaşantısal alandan söz ediyor olacağız. Sonraki süreçlerde ise sağlıklı kişilik ya da sağlıksız kişilik yapılarında ne tür işlevler gördüğünü ilişkilendireceğiz.

 

Uyku sırasında beynin bazı bölgeleri sessiz ve bu süreçlere katılmadığı için geçmiş ve gelecek zaman; dolayısıyla zaman kavramı oluşmaz. Zamandan bağımsız bir alan yaratılmış oluyor. Dolayısıyla rüyalar zamansızdır. Rüyaların içinde farklı zamanlar, farklı zamanlarda yaşamış kişiler, aynı kişiyi farklı yaş ve gelişim süreçlerinde görmek bu nedenden dolayı mümkün olabiliyor. Dolayısıyla rüyada beyin parça parça duygulanım alanlarında ve hafıza kayıtlarında yer alan parçaların bir araya getirilmesini sağlar. Aslında burada rüyaların işlevi; düşleyebilme ve düşlemleme kapasitesi; terapide de kişinin gelişiminde de oldukça önemli kapasiteler bunlar- bu parça duygulanım kayıtları nesneler, simgeler üzerinden, yaşantılar üzerinden bir düşlem oluşturma, bir süreklilik oluşturma, yeni bir anlam oluşturma alanı yaratılmaya çalışılıyor. Ve bu anlam alanı da aslında bilinçli dünyanın getirdiği sistemin baskısını üzerinden kaldırarak tamamen bilinçdışı yapı üzerinden işliyor.

 

Freud burada daha çok cinsel dürtüler üzerinden yorumlarını getirmiştir. Ancak temelde rüyaları yorumlaması ve rüya yapılarına getirdiği ifadelendirmeyi son derece anlamlı buluyorum; her ne kadar bütün yorumları cinsellik üzerine yapmasına bazı noktalarda katılıyor olmasam da, genel olarak formüle etme şeklini oldukça anlamlı buluyorum.

 

Rüya içeriğinin değerlendirilmesi son derece hassas, zor ve özel ilgi isteyen bir alandır. Çünkü her bir rüya içeriği özneldir. Kişinin öznel hafıza kayıtları, öznel işleme şekli ve öznel algılaması; kişilik gelişimi, kendilik gelişimi, kendi ile ilişkisi üzerinden yorumlama, bastırma ve çarpıtma süreçleri üzerinden nasıl ele aldığını gösteriyor bize. Dolayısıyla rüyaları genel bir anlam üzerinden sadece semboller üzerinden tanımlamak, her sembolü aynı kişi için aynı anlamda yorumlamak eksik ve yanlış olabilir diye düşünüyorum. Rüyaları sadece negatif duyguları düzenlemek, kişinin baş edemediği süreçleri baş eder hale getirmek, geleceğe hazırlanmak, planlama yapmak için değil –bu tip işlevleri de olabilir- kişinin öznel dünyasında bütünleştiremediği imgesel ve simgesel yapıların anlam arayışları ya da sözel ifade arayışları olarak düşünebiliriz.

 

Rüya sürecinde de beyin tamamen sessiz ve işlevsiz değildir. Bazı bölgeleri aktive oluyor.  Bu noktada defaultmode network’e de değinmek istiyorum. Gün içerisindeki uyanık yaşantımızda beynin en çok işlemleme kapasitesini ele geçiren defaultmode network’tür. Boş kaldığımız zaman aktive olan alanımızdır. Dolayısıyla, uyku ve rüya sırasında da; tamamen uykuda olmayan, aktive olmayan diğer alanlar da söz konusudur. Gündüz düşleri, fantaziler, rüya işlemleme ve düşlemleme kapasitesinde zorluk yaşayan, günlük dünyaya bu anlamda entegre olmakta rahatsızlık çeken yapıların daha çok defaultmode network sistemine kaçtığı, daha içe dönük olduğu, daha çok iç meseleleri değerlendirmeye çalıştığı, dış tepkileri beklemeksizin kendi içinde anlam, sonuç ve tepki üreterek harekete geçmeye çalıştığını düşünüyorum.

 

Freud’un ifadesine göre rüyalarda dört temel mekanizma var. Yoğunlaştırma; herhangi bir duygu ve süreç, yoğun ve derinlemesine ele alınır. Ana meseleler, esas konular olarak çarpıcı hale gelir; kişinin kendi gerçeklik dünyasında ve kendi içsel dünyasında yer bulamadığı, ifade bulamadığı ya da kendine bile göstermekten ürktüğü durumlar, örneğin; sevdiği birinin ölümünü görmek, kendi sevgilisinin yerinde bir başkasını görmek gibi… Diğer bir husus, fantezi haline getirme; bu biraz defaultmode network işlevi gibidir. Sahne olarak gösterme; bir tiyatro gibi canlandırma, görsel olarak yeniden beyin süreçleri içerisinde sahneleyerek işlemlemek, kişinin dışsal nesneleri iç dünyasına alıp gerçek varlıklar –görünür ve izlenebilir varlıklar- oluşturup yeniden sahnelediği –bu travmalarda da olan bir şeydir, travmanın tekrarlanması gibi- ve o sahne içinde yeniden anlam bulmaya ve yönetmeye çalıştığı bir alan oluşturur. Tersine çevirme, olanın tam tersine bir yapı oluşturur ve rüyalar tamamen bilinçdışı düşünür, bilince entegrasyonu yoktur; Freud’un da başından beri ifade ettiği gibi.

 

Özet olarak kendi ifadelerimle birkaç başlık altında toplayacağım: Birincisi gerçeklik duygusu ve tekrarlamanın temsili meselesi vardır. Beyindeki farklı hafıza alanlarının duygulanımsal etkilemeleri üzerinden tekrarlanması, yeni bir gerçeklik ve anlam oluşturma eğilimidir. İlişkiselliğimiz, kişinin varlığını, kendiliğini, kişiliğini tanımlayabilmesi, ilişkisel olarak ötekini görebilmesi, anlayabilmesi ve tanımlayabilmesi; anlam oluşturmak üzerinden geçer. Onun için de Kant’tan bu yana ifade edildiği şekilde sembollere ve nesnelere bir isim, bir anlam, bir tanım getirmek durumundayız. Bunları değişmez gerçeklikler olarak kabul etmeye çalışmak durumundayız. Çünkü her seferinde aynı yapıya farklı isimler, farklı şekillerde hitap edersek birbirimizi anlayamayız ve bir anlam karmaşası oluşur. Rüyada da aslında bunun oluşumu sağlanır.

 

İkinci vurgum olarak simgesellik; bütünleştirilemeyen duygulanım parçalarının; parça nesne ve nesnelerin, nesnel anlamlarından azade bireyin kendi duygusal repertuarı üzerinden yeniden anlamlandırılması olarak ifade ediyorum. Aslında bir bakıma mentalizasyon kapasitesinin geliştirilmesine yönelik bir aktivite, yani zihinselleştirme kapasitesi. Yani ötekinin zihnini anlamak, ötekinin duygusunu anlamak, ötekine empati yapacak bir sürece kendini de dışsallaştırarak – kendi de aslında üçüncü öznesi daha doğrusu ikinci öznesiymiş gibi- dışarıdan izlediği bir alan yaratıyor bu rüya alanında. Duygulanımsal olarak –ben bunu bir meta-affektif bir alan yaratma çabası gibi görüyorum ama haddimi aşan bir ifade mi onu bilmiyorum; çünkü meta-kognisyonda, üst-biliş; kendi bilişimizi üzerine düşünme, kendi düşüncemiz üzerine düşünme- yalnız affektif alanda duygulanım dünyamızda tam olarak ne olduğunu bilmiyoruz. Tam olarak orayı yönetme, anlama, anlamlandırma, şekillendirme gücünden maalesef ki mahrumuz. Ben bir çeşit, rüyayı da bu anlamda bir çeşit meta-affektif alan yaratma çabası olarak değerlendiriyorum. Dolayısıyla, kognisyon olarak burası bu bölge, kognisyon olarak toplumsal paylaşımların ortak sembolizasyonları üzerinden ve toplumsal bir gerçeklik üzerinden bakmayan bir alan yaratıyor bize. Yani toplum değerlerini, toplum yargılarını o ortak anlam alanından çıkaran bir anlam yaratıyor; tamamen kişinin biricik duygulanımına, duygulanım kayıtlarına ve bu duygulanımların kendi içinde oturduğu anlam ya da anlam karmaşalarına yönelik işlemleme çabası. Affekt, yani duygulanım temel kapasiteler olarak aynı unsurlara sahip olunmakla birlikte her bireyin affektif hafıza kayıtları bireyseldir ve kişisel olarak anlamlandırılma, sembolize edilme ve ifade alanları yaratılabilmeye ihtiyaç duyarlar. Amigdala ve hipokampüs aktiviteleri rüyalarda, beyinde aktif olan kısım olarak ifade ediliyor. Sanıyorum tam da buraya denk gelecek yapıları anlatma sürecinde oluyorlar diye düşünüyorum.

 

Bu noktada Bion’dan bahsetmek istiyorum. Bion rüyalara çok önem veriyor, düşlem ve düşlemleme kapasitesine de –özellikle annenin düşlemleme kapasitesine- oldukça önem veriyor. Aslında duygusal yaşantıların alfa elementlere dönüştürülmesi süreci olarak tanımlıyor rüyayı Bion.

 

Alfa işlevi düşüncenin oluşumu, bilinçdışına bastırmanın gerçekleşmesi ve bilincin serbest kalabilmesi için zorunludur der. Beta unsurların ağırlık taşıması düşünce bozukluğu şeklinde ortaya çıkar. Bilinç ve bilinçdışı arasındaki ayrım silikleşir. Simge yerine eylem ön plana geçer. Hasta duygusal yaşantılarını alfa elementlere dönüştürmezse rüya göremez. Alfa fonksiyon, duyu izlenimlerini alfa elementlere dönüştürür. Freud rüyanın fonksiyonlarından birinin uyku halini korumak olduğunu ortaya koymuştur. Alfa fonksiyonun başarısız olması demek, hastanın rüya görememesi; yani uyuyamaması demektir. Alfa, betayı sentezleyen bir malzemedir der.

 

Ve kişilik bozukluklarında en çok karşılaştığımız unsur, simge yerine eylem ön plana geçer. Kişiler duygularını söze dökemezler, sembolize edemezler, simgeye dökemezler ve eyleme vururlar. Biz çoğunlukla kişilik bozuklukları çalışırken bu eyleme vurumlarını anlamak, durdurmak, onlar durduktan sonra arkada gelen duyguların ne olduğunu, nereden kaynaklandığını, nasıl simgelendirilip nasıl söze döküleceğini ve yeni anlamlara, yeni simgelere nasıl dönüştürülebileceğini konuşuyoruz.

 

Bion’a göre rüya görme alfa işlevinin bir biçimidir. Rüya görme bilinçli ve bilinçdışı zihnin arasındaki ayrımın bir yansıması değil, o ayrımı yaratan; yani dolayısıyla ruh sağlığının korunmasından da sorumlu olan bir alan olarak ifade edebiliriz bu noktada; o ayrımı yaratan ruhsal etkinlik işlevidir der. Dolayısıyla eğer kişi ham duyusal verileri bilinçdışı deneyim ögelerine, yani alfa ögelerine onun tabiriyle, dönüştürmezse rüya göremez. Uyanık kalmak ile rüya görmek arasında ayrım yapamaz. Bu nedenle de uykuya dalamaz ve uyanamaz.

 

Özellikle şizoid kişilik bozukluğu olan yapılar, aşırı içedönük ve fantazi üreten, gündüz yaşantılarını fantazide yaşantılayan, ya da gelecek kaygısı içerisinde gelecek planı yapma; prefrontal korteks ile kendi defaultmode network’teki anksiyetenin entegre edilerek, plan ve hazırlık yaratarak, sonuçları kestirmeye çalışan bir yapı oluşturarak dengelemeye çalışır. Yalnız şizoid yapıların birçoğu gece uykuya dalamaz. Neredeyse hiç uyuyamaz, çoğu geç saatlerde uyur; onun için çok üretken ve verimli kişiler de olurlar bir yandan. Ancak anksiyeteleri çok yorucu ve yıpratıcı olur. Ve sabah uyanamazlar, çünkü birçoğu da rüyalarını hatırlamaz. 

 

Rüyaları, hepimiz rüya görüyoruz, dolayısıyla hiçbir kişilik bozukluğu ya da yapısı olan, sağlıklı yapısı olan bireyin rüya görmemesinin söz konusu olduğunu ifade edemeyiz. Yalnız görülen rüyaları hatırlayamamanın büyük anlamı var. Orada çok büyük bir bastırma devreye girmiş oluyor. Ve özellikle şizoid yapılarda uzun süre çalışıldıktan sonra ve travma sonrası stres bozukluğu olan yapılarda, cinsel tacizi olan, dissosiyatif yönleri yüksek olan yapılarda; özellikle de seratonin destekli ilaçlar kullanıldığında rüyaların daha açılabildiği, yani anksiyetenin bastırıldığında, bastırma duygusunun işlevi azaltıldığında rüyaların daha hatırlanır, daha işlenebilir ve bunun üzerinden bir dönüşüm sağlanabilir alan yarattığını görüyoruz.

 

İnsan türünde zihinsel yapının ortaya çıkışına karşılık gelen o Big-Bang dediğimiz; harekete geçirici, hayata geçiren ilk etkinlik; ilkel duyumsal ve duygusal hallerin çocuk tarafından yoğun bir şekilde boşaltılmalıdır. Çocuk o kadar ham malzeme alıyor, çocuğun daha bilince almadan önce, beynin yapıları oluşmadan önce çocuğun vücudu o kadar anlayamadığı, anlamlandıramadığı duyular alıyor ve işliyor ki, bunların hepsinin ayrı ayrı hafıza kayıtları beyinde bulunmaktadır. Ve yeni yeni öğreniyoruz ki her bir hafıza kayıtlarının kendi içinde ayrı ayrı bağları, işlemleri ve etkileri var. Dolayısıyla bu etkileşimler çok yoğun olarak devam ediyor. Peki, çocuk bu kadar bilemediği anlayamadığı, vücudunun ne olduğunu kestiremediği, bilincinin oturtamadığı bu malzemeleri; biriktirdiği bu malzemeleri ne yapacak, nasıl anlamlandıracak, ne şekilde hatırlayacak? Bugünkü anlayan, sembolize eden, bilen ve duygularını aktaran, paylaşan yapısıyla nasıl entegre edecek? Hepimizin yaşadığı en büyük sorunumuz da budur.

 

Özellikle terapilerde hep şunu söylüyorum, psikolojik olarak iyileşme süreçleri gelişse bile, psikolojik olarak ilerlemiş olsa bile kişiler, bedensel anksiyeteler çok zor unutuluyor. Beden çok zor bırakıyor, çok zor hafıza kayıtlarından vazgeçiyor. Bedensel olarak da yeni deneyimlemeler, yeni rahatlamalar, farklı anksiyeteler –buna anksiyete dediğimiz şeyler tabii bazı adrenalin pompalayıcı bedensel anksiyeteler olabilir, spor olabilir, motora binmek olabilir, araba kullanmak olabilir- bedenin de aktif olduğu; kendine güçlü ve yeni anlamlar katacak alanda etkili hissedebileceği yeni hafıza kayıtları yaratmak üzerinden oluşur.

 

Thomas Ogden’e göre bir insan, bir psikanaliste kendisi için bilinmez olan bir duygusal acı içerisinde olduğunda başvurur. Ya bu acının rüyasını görememekte, yani bilinçdışı ruhsal çalışmasını gerçekleştirememekte der Ogden; ya da rüyasından onu kesintiye uğratacak denli rahatsız olmaktadır. Yani ya simgeleştiremiyor, kendi içinde bilinçdışında bu çalışmayı yapıp yeni anlamlar üretemiyor, bu bilinç öncesinde, soyut işleme dönemi öncesinde kayıt edilen malzemelerin; ya da onunla nereye gideceğini, nasıl gideceğini kestiremediği için işlevselliği bozuluyor.

 

Birey duygusal deneyiminin rüyasını göremediği nispette değişemez, büyüyemez, ya da olduğu kişiden başka biri olamaz. Hasta ve analist, psikanalitik ortamın koşulları içerisinde analizanın görülmemiş rüyalarını daha iyi görür hale gelebileceği şartları oluşturmak üzere, analistin de katılımıyla, tasarlanmış bir tecrübe ortamı oluşturur.

 

Kişi, kendi biliç dışına ikinci bir özne gibi dışarıdan bakar rüyasında, aslında rüyada oluşturulan tam da budur. Yine de, birinci öznenin etkisinde olduğu için gördüğü, algıladığı bu malzemeyi örgütleyemez, sembolize edemez, tam da anlamını bulamaz; çünkü kendi baktığı göz yine kendi etkisindedir. Kendi bilinmezlikleri, kaygıları, zaafları, üstün yanları… üzerinden bakacağı için yine örgütlemekte eksik kalır. Ve bunun eksik kaldığı yerler aslında annesel kapsayıcılığın, annesel kuşatmanın eksik olduğu yerlerden bahsediyoruz burada. Bu noktada, terapist üçüncü ve örgütleyen özne olarak işlev görür. Yani zamanında annenin alıp, işleyip, sembolize edip düşlemleyemediği, kuşatamadığı yapıyı terapist; kişinin kendi rüyaları, kendi süreçleri, kendi bilinçdışı üzerinden üçüncü bir örgütleyen özne olarak –nesne demiyorum arkadaşlar, özellikle vurguluyorum- özne olarak işlev görür. Gerçek terapist olabilmenin en temelinde terapi sürecinde kişinin üçüncü öznesi olabilmek, dış nesne değil; çünkü hepimizin eksikliği, gelişimsel olarak eksikliğimiz o üçüncü öznemizin olamayışı. Çünkü biz hep nesnelerle karşılaşırız. Kendi sorunu olan, kendi derdi olan, depresyonu olan, bizden beklentileri olan, bizi belli kalıplara sokmak isteyen, bizi harikalar diyarında yaşatmak isteyen, kendi okuyamadığı okulları okutmak isteyen, belki bakamadığı için bizden kurtulmak isteyen, kendi duygu kapasitesi olmadığı için onu bize aktaramayan nesnelerimiz tarafından büyütülüyoruz. Onun için hep eksiğiz, hep kırığız, insanoğlu eksik varlıktır. Onun için hepimiz tam olma, kendimizi bulma, kendimizle hemhal olma, kendimize temas etme arayışında oluruz. Birçoğumuz belki onun için psikoterapi ile ilgileniyoruz, onun için bu yoldayız. Kendi adıma en azından öyle olabildiğini öngörüyorum, çünkü arıyorum. Ne aradığımı bilmiyorum. Ama arıyorum, kendime dair bir şey arıyorum. Kendimle ilgili bir şey arıyorum, kendimde olmayan; farkedemediğim bir şeyi arıyorum. Ve rüyalarım da sürekli bunu arıyor. Ancak kendi gözümle arıyor, kendi duygumla, kendi kapasitemle arıyor.

 

Dışarıdan bir üçüncü özne olarak bana katılıp, güvende hissettirip, onu yeniden anlamlandıracak yapılar oluşturamadığımız sürece aynı rüyanın içinde debelenip duruyoruz maalesef. Birçok danışanın, özellikle şizoid danışanların, çok fazla tekrarlayan rüyaları olur. Mutlaka danışanlarıma tekrarlayan rüyalarını sorarım. Çok anlamı vardır ve nesne ilişkileri ile ilgili ana yapıları bize çok da güzel anlatırlar.

 

Yine Bion’un tabiriyle devam edersem, alfa elemanları ile düşünen tarafından düşünülebilen düşüncelerdir, yani rüya düşünceleridir. Bu düşünceler, alfa işlevi aracılığıyla işlenebilmiş duygusal deneyimlerdir. Böylece bu elemanlar, düşünmeye uygun hale dönüştürülebilir, bellekte depolanabilir ve düşlemlenebilir. Yani prefrontal kortekse sağlıklı olarak aktarılabilir, anlamlandırılabilmiştir, orada kabul edilebilir ve dünya tarafından kabul edilir; dünyaya entegre olabilir, dünyaya kendimizi katabileceğimiz simgeler, ifadeler, anlamlar ve zihinselleştirme üzerinden yol açar bize. Yalnız işlemenin olmadığı durumlarda beta elemanlar olarak kalır, sonradan sanrı ve varsanıların yol açtığı tuhaflık deneyimi ortaya çıkar. Bion bu durumu ‘adsız dehşet’ olarak tanımlar. Adsız dehşet olarak tanımlanan tabloya hiçlik ve anlamsızlık deneyimleri de eklenir çoğunlukla.

 

Şizoidlerin çoğunlukla uykuya dalamadığı –uykuyu bir terör olarak, bir kaybolma, yok olma olarak görüyorlar, ancak uyku da onların gündüz uyanacakları o defaultmode network etkisinde gündüz düşleri içine dalıp kaygıları işlemek durumunda oldukları alandan koruyacağı için de- o güne de uyanmak istemezler. Çoğunlukla şizoid yapılar, gündüz düşleri ile ve fantazileri ile meşgul oldukları için günlük aktivitelerin tam bir katılımcısı olamazlar. İlişkisel olarak oradalardır, ama duygusal olarak eşlik edecek bir seviyede değil.

 

Ruhsal olarak canlı kalmak, deneyimlerimizi anlamlı kılmak ile eşdeğerdir. Ruhsal ölü olmak ise, benliğin duygusal çekirdeğinin kara bir deliğe dönüşmesi ile aynı şeydir. Kişi bir bağlanma ilişkisinde; o bağlanma tarafından, etkileşme tarafından, bir yakınlaşma, ondan bir şey alma, ona bir şey verme ve karşılıklı eşit varoluş alanı yaratamadığında; karşılıklı simgesel eşitlik alanı oluşturamadığında bir ruhsal ölülük içerisine girer. Ya ilişki için, tamamıyla ilişkiye ulaşabilmek için; bakılır, sevilir, görülür, ilgi görür hale gelebilmek için; kendi duygusu, kişisel olarak ilerleme, varolma, kendini ifade etme ve diğer taraftan zihinsel olarak diğerlerinin ruhsal yapısını işlemleme kapasitesinden de geri kalır. Duyguların çoğu maalesef ki bir nefret ve hırs ve sürekli yeni ve somut bir şey arzulama, isteme ve ona yönelme eğiliminde olurlar.

 

Mesela borderline’lar bu alana girebilirler. Borderline’ların çoğu, sembolizasyon ve zihinselleştirme mekanizmalarını yeterince geliştiremedikleri için, adeta bir soyut işlem dönemine takılmış çocuk gibi harekete ederler ve bütün duygularını eyleme dökerler, duygulanım düzenlemesi yapmak yerine, sorumluluk almak yerine, yeni kapasiteler oluşturmak, karşıdakinin durumunu anlamak yerine eyleme dökerler. Fizyolojik olarak da beyin yapılarında, fizyolojik, duyusal acıları ve sıkıntılanma kayıtlarını çok daha farklı işleyip, çarpıtarak kendilerini daha çok bedensel hasta ve bedensel işlev bozukluklarına; yani bedensel savunmalara dönüştürdüklerini çok fazla görebiliriz.

 

Narsisistik yapılar olmayacak rüyayı görmezler. Onlar için rüya çok da girdikleri bir alan değildir, çok da ihtiyaç duydukları bir alan da değildir. Ancak daha teşhirci, daha öne çıkan, varoluşlarını yönlendirebilecekleri rüyalara yönelirler. Yalnız Freud’un cinsellik ile vurguladığı alanda; ödipal ve preödipal çatışmaların yoğun olarak işlemlendiği, aktive olduğu bir rüya ve düşlemleme alanı içerisine de düşebilirler. Bu nasıl olur? Bazı narsisistik yapılarda, rüyalarında özellikle anneye dokunma, anneyle sevişme, ensest olabilecek kişilere –kardeşi, evladı- yakını olabilecek kişilere cinsel temas… bu konularda bastırma kapasiteleri yeterli olamayacağı için bu tip rüyalar ile sıkıntı da çekebilirler. Aslında bastırma kapasitelerini oldukça duygusal anlamda yoğun kullanan narsisistik yapılar, ödipal ve preödipal çatışma ile ilgili sıkıntı yaşayabilirler, zorluk yaşayabilirler ve bu rüyalar çok zorlayıcı olur.

 

Borderline’larda çok fazla rüya görmüyoruz. Çünkü borderline’lar –aslında rüya da bir çeşit sembolize etme, işlemleme kapasitesi- dolayısıyla borderline yapıda rüyayı daha az görüyoruz. Borderline’lar daha somut meseleler ile meşguller.

 

Meral AYDIN

Klinik Psikolog

MET Türkiye Başkanı